“Zeminde değilse, sistemde sorun vardır.” – Bazen maalesef ikisinde de…
23 Nisan’da yine gerçeğe uyandık.
Her ülkenin bir kırılma anı vardır.
Bizimkisi 2023’te 6 Şubat’ta başlamıştı,
2025'te 23 Nisan’da İstanbul’la devam etti.
Bu kez bir çocuk bayramı sabahı, şehri titreten bir gerçekle yeniden yüzleştik:
6.2 büyüklüğünde bir sarsıntı ve milyonların zihninde açılan fay hatları.
İstanbul sarsıldığında, sadece binalar değil,;
ekonominin sinir uçları da çatırdamaya başladı.
Burası;
milli gelirin yüzde 31’ini,
verginin yüzde 45’ini,
ihracatın üçte ikisini üreten şehir.
Kısacası, Türkiye'nin ekonomik ana kartı.
Burada meydana gelen her deprem, sadece duvarları değil;
finansal sistemin temellerini de yerinden oynatıyor.
Borsa, depremin ardından;
paniklemiş bir zihin gibi işlemleri durdurdu.
Altın fiyatları fırladı – insanlar gökyüzü yıkılırken yere saplanan bir umuda tutundu.
Döviz kurları, zaten baskı altında olan TL'yi birkaç puan daha zayıflattı.
O sabah, para; sadece bir değer aracı değil, aynı zamanda bir sığınma aracıydı.
Ama bu tablo, bizi şaşırtmalı mıydı?
İstanbul Planlama Ajansı'nın verilerine göre;
şehirde 1,3 milyon konut risk altında.
Üstelik 230 bin bina acilen dönüştürülmeli.
Bunca uyarı, bunca rapor...
Deprem değil, ihmal öldürüyor dedik hep.
Ama; nedense, bunu her seferinde enkaz başında hatırlıyoruz.
Türkiye ekonomisi,
2025’in ilk çeyreğinde yüzde 38,1 enflasyonla karşı karşıya.
Merkez Bankası, politika faizini yüzde 46 seviyesinde tutarak;
kur atağını bastırmaya, tüketimi frenlemeye ve sermaye çekmeye çalışıyor.
Ancak; bu politikanın reel sektöre faturası ağır:
yatırım iştahı düşüyor, iç talep daralıyor, KOBİ’ler nefes alamıyor.
Yıl sonuna dair, resmi hedefler iyimser:
yüzde 24 enflasyon ve kontrollü bir büyüme.
Ama; özel sektörde konuşulanlar daha gerçekçi:
“Enflasyon yüzde 30’un altına inemez, büyüme ise; yüzde 2’yi zor görür.”
Tüm bunlar olurken;
dışarıdan bakan yatırımcılar başka bir şey görüyor:
Jeopolitik risklerin, doğal afet olasılıklarının ve
ekonomik kırılganlığın iç içe geçtiği bir yapı.
Türkiye’nin CDS primleri hâlâ yüksek;
güven göstergeleri kırılgan,
yabancı sermaye ihtiyatlı.
Dövize talep artıyor, iç piyasa ise; sürekli kendini korumaya alıyor.
Bu döngü, kriz refleksiyle çalışan bir ekonominin özetidir.
Orta vadede iki senaryo var:
Ya; İstanbul, bu sarsıntıyı bir uyarı kabul edip;
kentsel ve ekonomik dönüşümde radikal kararlar alır – ya da;
bu deprem, çok daha büyüğünün habercisi olur.
İkincisi gerçekleşirse, ekonomik zarar sadece hesaplarda değil,
gelecek 10 yılın kalkınma hedeflerinde hissedilecek.
İşgücü kayıpları, üretim durmaları, dış yatırım çekilmesi…
İstanbul'da büyük bir deprem,
Türkiye’nin GSYH’sini yüzde 12’ye kadar, aşağı çekebilir.
Yeniden inşa etmek, sadece moloz yığınlarını kaldırmakla olmaz.
Hafızaları, politikaları, yatırım modellerini ve hatta;
kriz reflekslerimizi de dönüştürmeliyiz.
Deprem, bir doğa olayıdır.
Ama; onunla yüzleşme biçimimiz, tamamen bizim tercihimiz.
Bir ülkenin ekonomisi, sadece rakamlarla değil;
ayakta kalma iradesiyle ölçülür.
Biz, her krizde güçlü durduğumuzu söylüyoruz ama;
her seferinde aynı çukura düşüyoruz.
Krizlere değil, krizlerin rutinleşmesine alıştık.
Bu, ekonomik değil; psikolojik bir çöküş aslında.
Ve artık şu gerçekle yüzleşmeliyiz:
Bu ülke, sadece fay hatlarının değil; ihmallerin de ülkesidir.
Ekonomi, sadece merkez bankası kararlarıyla değil;
şehirlerin sağlamlığıyla, insanların güvende olup olmamasıyla, ayakta kalır.
23 Nisan, çocuklara armağan edilmiş bir gündü.
Ama bu yıl, yetişkinlere bir ders verdi.
Eğer; bu ülke geleceğini düşünüyorsa, önce zemini sağlamlaştırmalı.
Hem fiziksel, hem ekonomik.
Yoksa; sadece çocuklar değil, hepimiz enkaz altında kalırız.