Aile şirketlerinde;
soy bağlarına dayanan yönetim anlayışının, geri kalmışlığı...
Bazen; aile üyelerinin fazlaca olduğu işletmelerde,
farklı yönetimsel davranış süreçleriyle karşılaşıyoruz.
Karşılaştığımız uygun olmayan bu tür davranışsal farklılık ortamında;
tekrarında, itirazda bulunabilme ihtimaline karşılık;
çağdaş, bilimsel yönetişime uygun olmadığına dair,
açıklamalarda bulunabilmek amacıyla;
literatür araştırması yapmak durumunda kalıyoruz.
İşletmede huzursuzluk ve karmaşaya yol açabilen,
rasyonel olmayan davranışsal yönetim yaklaşımlarının,
genellikle; işletmeye sonradan dâhil olan,
sahip yöneticilerle yakın kan bağları bulunan
akrabalara ve yakınlara ait olan davranış biçimlerinden kaynaklandığı
tecrübelerimize dâhil olmaktadır.
Bu yakın akrabalardan bazıları;
yurtiçinde veya dışında iyi eğitim almış, konularına vakıf olanlardan oluşabilmektedir;
böyle mütevazı, bilgili, rasyonel olanlardan,
bizler de bir şeyler öğrenebilme fırsatı elde ediyoruz.
Fakat, eğitimleri farklı düzeyde olan diğer bazı yakın akrabaların ise;
(hepsi aynı olmamakla birlikte)
tepeden inme, rasyonalitenin dışında gerçekleşen davranış biçimleri,
sahip işletme yöneticileri tarafından da desteklendiği zaman,
önüne geçilemez bir ayrıcalık yaratılmış olmaktadır.
Sonradan gelen,
işletmeye bir katkısı olmadan, aslında; stajyer gibi işletmede bulunan bu şahsiyetlere,
masanın patron tarafında oturmalarının empoze edilmesinin yanında,
eleman nasıl çalıştırılır (sömürülür) teknikleri de öğretilmektedir.
Netice itibariyle, sadece kan bağından dolayı;
sanki feodalizm döneminden kalma, aristokratik yaklaşımı andıran bir anlayışla,
işletme içinde hak edilmeyen ayrıcalığa sahip kişilikler yaratılmaktadır.
İşletme çalışanlarından ise;
“Sahip işletme patronlarına” gösterilen aynı ihtimamın,
bunlara da gösterilmesi istenmektedir.
Üstelik;
geldikleri yörelerin anlayışlarına uygun gelenek-göreneklerine bağlı olacak şekilde,
kendiliğinden; hiyerarşik bir yapı oluşmaktadır.
Son on yıllarda,
Türkiye’de beş yıldır uygulanmakta olan yönetim biçiminden itibaren;
zenginleşme ve fakirleşme uçları arasındaki büyük farklardan dolayı,
sınıf ayrıcalığına bağlı yönetim zihniyeti yaklaşımlarının;
hissedilir biçimde arttığına, şahit olunmaktadır.
On beş yıl öncesine kadar,
böyle durumlarla sık sık karşılaşmamız olası değildi!
Hatta; bazı sahip yöneticilerin, öz çocuklarını bile;
işyerlerinde, öncelikle etrafı sildirme ve temizleme gibi benzeri işlerle
en alttan işbaşı yaptırdıkları durumlar dahi; mevcuttu.
Ayrıcalık yaratan yaklaşımların yarattığı şımarıklığın bir bağlantısını ise;
Zombi dediğimiz bazı şirketlerde görebiliriz.
Bu şirketlerde gelişen, ayrıcalık yaratan örneklere genelleme yapmakta,
pek yanlış olmaz herhalde.
Bir gün gazetesi yazarı Ozan Gündoğdu,
“Uluslararası Para Fonu”nun 43 ülkede yer aldığı raporunda,
'Türkiye’nin, zombi şirketler sıralamasında birinci sırada olduğu tespit edilmiştir'
raporunu konu etmiştir.
Gündoğdu’’nun araştırmasına göre;
zombi şirketler, faaliyet gelirlerinin; aldıkları borç faizlerinin bile altında kaldığı şirketlerdir.
Böyle şirketlere; hiçbir bankanın kredi vermesi mümkün olmamakla birlikte,
ülkemizde; tanıdıklar, yakınlar aracılığı ile kredi verilmekte,
sistem dışına atılması gereken bu işletmelere,
verilmemesi gereken kredilerin verilmesiyle;
ayrıcalıklı sınıf yaratımı, daha buradan başlatılmaktadır.
Başarılı olamasalar bile,
sırf; siyasi yakınlık, dostluk veya akrabalık ilişkilerinden dolayı;
genelde haksız kredi destekleriyle ayakta kalabilen bu işletmelere tanınan ayrımcılık,
“rekabet ortamsız” olarak teşvik verilmesinden öte, bir şey değil.
Feodalizmde ise; ilişkilere baktığımızda,
günümüzle benzerlikler bulunduğu görüyoruz.
Feodalizmin ilişkilerini anlamanın anahtarı, adet ve geleneklerdir.
Bu dönemde, henüz oluşmamış kanunların yerine;
üretimin yapıldığı malikânelerdeki adet ve geleneklere göre ilişkiler devam ederdi.
Adet ve geleneklere uygun yönetim tercihleri, günümüzde ise;
bazı işletmelerde uygulanmaya devam etmektedir.
Örneğin, bir işletmede;
fazla çalışma karşılığı hak edilen mesailerin,
yasalara uygun bir şekilde;
ücretlerin brüte yükseltilip vergisi ve sigortası kesildikten sonra net ücretin ödenmesi,
bu haliyle işlemlere alınması gerekirken; böyle bir işleme girilmeyip,
hak edilen mesailer “sadaka” olarak kabul edilmekte ve
sadaka verir gibi ücretler elden, açıktan teslim edilmektedir.
Neticede, yasalar; yerini dinsel, tinsel adet ve geleneklere bırakmaktadır.
Hak edilen bir ücret sadaka değildir
Bir emeğin karşılığında alınan ücretlerin sadaka karşılığı olarak ödenmesi zihniyeti,
ilk başta; sadakayı verenlerin, kendilerini zengin sınıf olarak;
ayrıcalıklı durumuna sokmuş olmalarından başka bir şey olduğunu, sanmıyorum.
Kısaca; kimseye muhtaç olmadan çalıştığını zanneden nitelikli iş görenler,
nitelikli fakat; sadakaya muhtaç bir çalışma içinde olduklarını,
ikinci, üçüncü sınıf insan olarak görüldüklerinin farkında olmalarına rağmen;
çaresizlik sonucu, durumu kabullenmiş görünmektedir.
Aslında; kısaca yukarıdan itibaren anlatmaya çalıştığımız,
şirketlerdeki basit gibi görünen davranışsal yaklaşımlar; sonuçta, çok şey anlatmaktadır.
Temeli, rasyonaliteden uzak;
inancın, gelenek ve göreneğin başat bir rol oynadığı yönetim tercihleri,
literatüre baktığımızda; orta çağdan kalma, unutulmuş, kabul görmeyen,
insana ve insan onuruna uygun olmayan, yaklaşım biçimlerinden başka bir şey değil.
Nitelikli personele sadaka olarak verilen paranın; ücret şeklini alabilmesi için
sanayi devriminin olmasına,
ilerlemesine bağlı olaylar sonucunda teknolojinin gelişmesi ve çeşitlenmesiyle,
nitelikli işçi statüsünü kazanan, kölelikten kurtulup;
uzun bir mücadele verilerek alınan bir işçilik hakkına yapılan, büyük saygısızlıktır.
Sanayi devrimi;
emeğini satarak, kendi kendine yeten bir işçi sınıfın (proleter sınıfın)
doğmasına neden olmuştur.
Bilimin gelişimi ise;
teknolojinin gelişmesi ile ivme kazanmaya devam ettiğine göre,
aynı dönemlerde;
sanayi atılımını gerçekleştirememiş bir geçmişe duyulan hayranlık sonucunda,
Ülkemizde bilimin ve teknolojinin değişim dinamiği, hala; yerinde sayıyor demektir.
Cengiz HERGÜNLÜ
SMMM-Bağımsız DENETÇİ