Tweet |
Bugünden uzaklaşın.
Dünyaya; biraz, “çerçevenin” ve bugünün dışından bakın.
Uzaklara gidin.
Şu ana, gelecekten bakın.
Ama; sadece yaşamınızı çekilmez kılan hükümetlerin değişmiş olabileceği,
kısa metraj bir gelecekten söz etmiyorum.
Orta Çağ’a ya da 1700’lere baktığımız kadar, uzaktan bakın; bugüne…
Bildiğiniz gibi bu aynen yaşanacak,
aradan 300-500 yıl geçecek ve insanlar 2000’li yıllardaki atalarını,
günün iletişim ve “hafıza” gereçleri üzerinden, analiz edecekler.
Ve ne görecekler biliyor musunuz?
Bir yandan;
başka gezegenlerde yeni bir kolonyal dönem başlatacak düzeyde yüksek teknoloji üretebilen,
uzaya yüksek donanımda araçlar veya uydular yollayan,
kök hücreden yeni organlar üretebilme devrimine ya da
genetik buluş ve mucizelere kapı aralarken; “yaşamı gözeten”,
bilgisayar çipi ve beyin hücresi evliliğinin hemen arifesinde olan,
diğer yandan;
akıl almaz bir ilkellikle birbirlerini her türlü
tank, uçak, füze, bomba, silah, kurşun veya bıçakla öldüren,
savaş teknolojileriyle insan yok etme yolunda da her ilerlemeyle gurur duyan,
karşısındaki halkları/ülkeleri bu şekilde teslim almaya çalışan;
acımasız, vahşi ötesi, duygusuz ve adeta; sadist bir insan profili çıkar ortaya.
Artık, bu “insan”lar;
yemek bulmak veya ailesini, evini korumak için değil,
dev hırslarla; sonsuz güç, itibar, toprak, para ve hatta; belki ölümsüzlük peşinde koşuyor ve
bu uğurda kitlesel ölümlere neden olmaktan çekinmiyor!
Tersine, insanları daha hızlı öldürecek yöntemler için çekinmeden kafa patlatıyorlar!
İşte, size bu şekilde kabaca özetlediğim nedenler yüzünden;
uzak gelecekteki dijital ötesi uygarlıkların insanları,
-şayet kendileri daha da ruhsuz ve robotlarla evlenerek evirilmiş,
daha da yıkıcı ve tiksinç varlıklara dönüşmemişlerse-
bize baktıklarında; bizleri, İlk Çağ veya Orta Çağ insanlarından,
çok daha barbar, çok daha korkunç ve utanılası görecekler!
Çünkü, bugünün dünyasında;
işgalden, savaştan, katliamdan geri durmayan insan toplulukları,
artık; evreni, uzayı, molekülleri, tarihi, eğitim sistemlerini, sanatı didik didik ederek,
dünyanın tüm medeniyet bakiyesini -sözde- en üst düzeyde hazmederek;
yaşamlarına geçirmişken, yapıyorlar bu katliamları.
Yani ortada;
“Dünya düz müdür, yuvarlak mıdır?” diye birbirine giren ülkeler yok artık,
ya da; gemilerini Afrika’ya götürüp köle avlayan insan tüccarları da yok veya
yeni kıtalar fethetmek için donanmasıyla istilaya gidenler de yok…
Biz daha bunları hazmedememişken, bugün yaşadıklarımızı nasıl sindireceğiz?
Gerçi; kızlar cinsellikten zevk almasın diye klitorislerini kesen,
onları üç yaşında kara çarşafa sokup;
ömür boyu tek başına sokağa veya okula yollamayan her çeşit yobaz/kara cahil,
aramızda yaşamaya devam ediyor.
Ama; ortada yadsınamaz kocamaaannn bir ağır gerçek var:
Çağımızda, yani 21. yüzyılda; yaşanan bu savaşların
günahı, suçu, rezilliği, utancı; geçen yüzyılın Dünya Savaşları’na bile, en az 10 basar!
Çünkü; yıllarca o korkunç dönemlerin filmlerini gördük, kitaplarını okuduk,
bunlardan bir ders aldık sandık…
Ne gezer?
Yıl 2020’lere geldi, en aydın dediğiniz insanlar;
Putin’in cinayetlerine arka çıkabiliyor veya
İsrail-Filistin kapışmasında, işine gelen tarafın katliamlarını savunabiliyor…
Bu yazıyı kaleme alırken;
İsrail ve Filistin’in paylaşamadıkları toprakların geçmişi ile ilgili
müthiş bir animasyona denk geldim…
Yönetmen ve animasyon sanatçısı Nina Paley’nin hazırladığı
3.5 dakikalık This Land is Mine adlı kısa film,
aslında; tüm yaşanan savaşlara kapak olacak bir şaheser.
(Tarih bilgileri Paley’den)
En başında İlk Çağ insanı oralarda gezerken,
Sümerler 5000 yıl evvel -kimi tarih tezlerine göre- Hindistan’dan o topraklara göçüyorlar.
Ardından; M.Ö. 2000’lerde Akad Kralı Saigon geliyor ve o topraklara el koyuyor,
sonra M.Ö. 1564’te Kral Amosis geliyor,
sonra da M.Ö. 1244’te Asurlardan Kral 1. Tukulti-Ninurta;
her biri sırayla gelip, savaşarak o topraklara egemen oluyorlar.
Ardından; M.Ö. 1000 yılında Aramiler Babil’i istila ediyorlar,
M.Ö. 550’de Perslerin Prensi Cyrus, ardından;
M.Ö. 334’te Büyük İskender, ardından; sadece bir yıl sonra,
Selefkîler İskender’den o toprakları alıyor.
M.Ö. 247’de ise; saltanat sırası Mısırlı Ptolemy’nindir.
Ondan sonra sırayla;
M.Ö. 141’de Parthialı Kral 1. Mithridates,
M.Ö. 64’te de Ferisiler, Parthian savaşına girip o topraklara egemen oluyor.
M.S. 6’da Roma İmparatoru Augustus, Judaea’yı fetheder.
M.S. 66 ve 628 yılları içinde birçok Yahudi isyanı birbirini takip etti.
Bu arada sırayla;
Haçlı Seferleri (1119),
Müslümanların onları alt edişi (1291),
Osmanlılar'ın topraklara sahip oluşu (1299),
Halife’nin kontrolü ele geçirmesi (1517),
sonra İngilizler'in el koyması (1916),
Filistinliler'in Yahudi akını karşısında başlattıkları isyan (1933),
Filistin’in Büyük Britanya yönetim merkezi olan King David Oteli’nin
1946’da siyonist yeraltı örgütü IRGUN tarafından bombalanması…
Son 80 yıla baktığımızda ise;
İsrail ordusu ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar…
Yani, kıssadan hisse:
Kimin toprağını kime veriyorsunuz, kimden esirgiyorsunuz?
Nedir alıp veremediğiniz?
İnsanların üç günlük ömürlerini,
hastanelerde bombalanarak ve ameliyat sırasında
yok olarak mı geçirmelerini istiyorsunuz?
Babasının cesedi önünde ağlayan veya bacağı kopmuş çocukların dramı;
masum binlerce insanın, çocuğun, hayvanın akan kanı,
sizleri daha başarılı birer politikacı veya komutan mı yapacak?
Çok önemli bir devlet olduğunu iddia eden İsrail;
bir terör örgütünden hınç almak için
sivillere karşı bir başka terör örgütüne dönüştüğünde,
artık; diplomasi dünyasında bir ağırlığı kalabilir mi?
Savaşın avantajlarını ya da kârını yaşayan bir halk, zaten; dünyada yoktur.
Herhangi bir savaşı kazanan ya da daha doğrusu,
kendisine “o savaşı kazandığı” anlatılan halklar,
buna karşın; yine en ağır bedelleri öderler…
Savaşlarda, galipler de mağluptur aslında…
İnsanlar; çocuklarını, kardeşlerini, babalarını, dayılarını,
amcalarını, kuzenlerini, yeğenlerini veya
en yakın arkadaşlarını ya da çalışma arkadaşlarını kaybederler, bir büyük harpte.
Size anlatılan yalanlara inanmayın, harplerin kazananı yoktur!
Ama, ne demiştir Mustafa Kemal;
“Ancak ülkeniz büyük bir saldırı altındaysa ve varoluş mücadelesi verirken;
yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaysa, ancak o zaman savaş meşrudur.”
Bu konuda,
Ukraynalılar’ın Rus istilasına karşı gösterdikleri direniş kaçınılmazdır ve
tabii ki; meşrudur.
Son on günde yeniden alevlenen İsrail-Filistin Savaşı ise;
hiç kimsenin kazanamayacağı,
yalnız petrol ve silah tacirlerine ve para spekülatörlerine yarayan,
başladığından bu yana;
yüz binlerce sivilin ölmesine,
milyonların da mağdur, evsiz-barksız veya kolsuz-bacaksız kalmasına neden olan
tarihin en kahpe savaşlarından biridir.
Peki, bizler gibi iflah olmaz barışseverlerin yaşadıkları,
bu bitmek tükenmek bilmeyen hayal kırıklıkları nedir artık?
Bu katliam düşkünlerindeki “yüz kızartıcı açlığın”, bir gün sonu gelecek mi acaba?
Bombalanan 800 (maalesef şimdilik) sivilin morgu haline dönüşen o hastane konusunda;
her iki taraf da daha çok gürültü yapabilir.
“Yok, yalan söylüyorlar da; onların yaptığı şöyleydi de,
Filistinliler yaptı da, Araplar ve çeteleri yaptı da…” şeklinde;
her kafadan bir ses çıkmaya devam eder.
Aslında; burada, hangisinin doğruyu söylediği veya hangisinin hatalı olduğu,
çok ikincil bir konudur.
Tüm bunlar, su tabancaları ile oynanan bir Kızılderili-Kovboy oyunu olmadığına göre;
bu çatışmaların sonuçlarında;
bu katliamlar, bu rezillikler maalesef; işin doğal akışında ve meşhur deyimle, “fıtratında” vardır!
Lütfen; This Land is Mine filminin özetini bir daha okuyun.
Üstüne iki tıkla Google’layıp izleyin.
Ve balçık içinde yüzmeye mecbur bırakıldığımız toprakların üzerindeki
egemenlik savaşının saçmalığını, en derinden iliklerinizde hissedin.
Bedri Baykam