gaziantep escort
Bugun...



'12 Eylül çocuklarıyız biz'


facebook-paylas
Güncelleme: 28-09-2023 17:31:32 Tarih: 12-09-2023 16:50

'12 Eylül çocuklarıyız biz'

Her 12 Eylül'de, aşağıdaki hatıralarım canlanır;

 

Babamın vefatının 40’ı dolmadan,

iTÜ Gemi İnşaatı Fakültesi'ni kazanmıştım.

 

Ankara ana kucağından, İstanbul cehennemine geliyorum.

Dönem, sağ-sol çatışmalarının en yoğun yaşandığı dönem.

Okul kayıt işlemleri tamamlandı.

Kalacak yer de buldum.

 

“TCDD Sirkeci Öğrenci Yurdu”.

12 kişi, bir odadayız (koğuş).

Okul, Gümüşsuyu’nda.

Gidiş, otobüsle Taksim.

Ama dönüş rotası; ekonomi ve eğlence olsun diye yürüyerek Beyoğlu, Galatasaray istikameti.

Zürafa Sokağı'na bir göz atıp, Galata Köprüsü üzerinden Sirkeci.

 

Yurttaki ilk günlerimde;

Sirkeci ve civarı yaptığım çevre keşif gezilerinde, İstanbul’un diğer yüzünü tanıdım. 

 

Hafızamdan silinmeyenler;

telefon kulübesinde fiili fuhuş,

arka sokaklarda döviz, kaçak sigara ve uyuşturucu pazarlayan tacirler ve

her seferinde bir yere yetişecekmiş edası ile önünden hızla geçtiğim,

zamanın 1. Şube'si Sansaryan Han‘dan gelen acı haykırışlar.

 

Hızla geçişimin gerekçesi ise; büyüklerimizden gelen ilk öğreti;

“Asla, polisin gözüne bakmayacaksın!”

 

TCDD SiRKECi ÖĞRENCi YURDU

 

Öğrenci yurdunda, hafta içi sabah ve akşam yemekleri çıkıyor.

Zaten, akşamları yediğimiz tek sıcak yemek de bu. 

 

Yemekten hemen sonra, ağabeylerimiz iki saat “etüd” adı altında,

zorunlu siyasi eğitim veriyor.

 

Ancak; bir çok kelimeyi ve cümleyi anlayamıyorum.

Proleterya, komün, oligarşi, ajite, burjuva, lümpen, emperyalizm, ajan provakotör v.s. 

 

Aptal, aptal anlatılanları dinliyor, bön bön bakıyorum.

Ancak; herkes bana anlıyor gibi gözüktüğünden,

cesaret edip her cümlede iki, üç tanesi kullanılan bu karmaşık kelimelerin anlamını soramıyorum.

Onlar, bu kelimeleri ne kadar çok kullanırlarsa;
ben kendimi, o kadar cahil, aptal ve onları, ulaşılmaz hissediyorum.

 

Üçüncü haftada elime kalın bir kitap (Das Kapital-Karl Marx) tutuşturdular.

"Bunu oku, haftaya seninle kitabı tartışacağız"

 

Her akşam okuldan gelir gelmez kitabı açıyorum.

Birinci sayfa, ikinci sayfa…

Boğuluyorum, anlamıyorum. 

Bitmez tükenmez ağır cümleler, anlaşılmaz kelimeler.

Offff. Bitmeli bu kitap. Bitirmeyi bıraktım, anlamalıyım.

Onu da bırak, bir de içeriği tartışmalıyım…

İmkansız!…

 

Henüz; önümüzdeki hafta başlayacak olan vize imtihanları için 

derslerimi dahi çalışamadım.

 

Bu kitap okuma işi de nereden çıktı şimdi?

Kitabı yanıma aldım.

Gündüzleri Anfide ders dinlemek yerine, bu kitabı çalışıyorum.

Geceleri de masada çökene kadar, kitabın başındayım.

Olmadı.

Dörtte birini dahi bitiremedim kitabın.

Vakit doldu.

Şimdi etüd zamanı.

 

Ağabeylerim sordu;

 

Evet Cem. Seni dinliyoruz.
 Ehh şeyy. Özür dilerim. Bitiremedim. Dersler v.s. …
 Peki sana bir hafta daha müddet. Haftaya hazır ol. Yoksa yaptırım uygulamak zorunda kalacağız.

 

Yaptırım..!?

Ne gibi yani?

Hani, ortaokulda derslerde kötü falan gidersek; özel hoca tutardık ya.

Acaba bunda da olur mu öyle bişi?

Olur valla.

Gittim kendime yakın bir ağabeyime.

Dedim; Sen okumuşsundur.

Bana yardım et,

1) Kitabı özetle.

2) Bana, devrimci bir sözlük yapmama yardım et.

 

Ohhh. Yırttık. Etüd zamanı.

Başladım ezberlediklerimi anlatmaya.

 

Ağabeyimin talimatı ile her cümleye

“Bu anlamda, son tahlilde, somut durumun somut tahlili” diye başlayıp,

kendi hazırladığım devrimci sözlüğünden 3-5 kelime sıkıştırarak, harika bir sunum yaptım.

Ben bile kendimi alkışladım sonunda.

 

İlk imtihanı geçmiştim.

Ancak; şimdi sıra pratikteymiş.

 

 Pratik? O ne ya?
 Yazıya çıkacaksın!.. Yani; duvar yazısı yazma görevi.
 Ne yazacağız?
 “Kahrolsun Oligarşi” “Emperyalizme Ölüm”…

 

İyi de abisi, ben daha bunların tam anlamını bile bilmiyorum.

Ayrıca; her gün okuyoruz, duyuyoruz.

Duvar yazısı yazanları ya karşıt görüşlüler “zımbalıyorlar” ya da polisler yakalayıp,

yurt komşum Sirkeci Sansaryan Han’da bağırttırıyorlar.

 

1.Şube'nin önünden gelip geçerken, hep merak etmiştim; insanların neden bağırdıklarını.

Ancak, yaşayarak yani; pratikte öğrenmeye hiç niyetim yok!.

 

HERKES JOHN TRAVOLTA

 

Korku dağları sarınca, ertesi gün eşyalarımı alarak yurttan ayrıldım.

Geçici olarak, Harbiye’de bir arkadaşımın evine yerleştim.

Henüz üçüncü gün.

Polis evi bastı.

Apartmandan şikayet gelmiş.

"Örgüt evi" imiş orası, biz de örgüt üyesi!.

 

İhbar böyle. İşin komiği, diğer 2 arkadaşım benden beter “lümpen, burjuva”.

Çocuklar, vizyonda hangi film varsa;

giyimleri, kuşamları, saç stilleri aynen; filmin jönü kılığına giriyorlar.

 

O günler “Saturday Night Fever” var vizyonda. John Travolta ise; başrolde.

Arkadaşlarımın, bırakın favorilerinin çenelerine kadar sarkmasını;
yürüyüşleri bile filmin dansı gibi.

Tabi bu durumda polis abiler hemen anladılar, “örgüt üyesinin hangimiz olduğunu!”

 

Bir haftalık zorunlu ikametin ardından;

“pekişmiş ve pişmiş” olarak, Sirkeci’deki yurduma döndüm.

 

Yerim şimdi, bana kelimelerle hava atanları.

Yürüyüşüm bile değişti.

Kıdemli olmuştum artık.

Yurtta bana, bir saygı bir saygı.

Sakal bile bıraktım.

Kasket, tespih ve yeşil kapüşonlu parka ile imajımı tamamladım. (bknz fotoğraf)

Ağır abi durumlarım var yani.

 

12 kişilik koğuştan, 4 kişilik odaya terfi oldum.

Neden içeri girdiğimi, detaylı olarak anlatmanın gereği yok.

Zaten; kimse de bana soru sormaya cesaret edemiyor.

Bu adam, ufak işlerle uğraşmıyor diye düşünüyor olsalar gerek.

Bırakın yazıya çıkmayı, bir kere dahi etüde katılmamı istemediler.

 

Yanaşıp ağzımdan laf almaya kalkanlara en gizemli halimle ve küçümseyerek,

“Hadi herkes işine” bakışımı kullanıyorum.

 

Tabi dönem itibarı ile vukuatlar bununla da bitmedi;

Öğrenim gördüğüm Gemi İnşaatı Fakültesi’nde, sadece bir kız öğrenci var.

 

Arz talebi dengelemek uğruna; kız öğrenci yurtları ve yakınlarındaki kıraathaneler,

okul çıkışı en uğrak yerlerimiz.

 

Bir gün, Vezneciler'de bir kıraathanede kız arkadaşlarımızı beklerken; büyük bir kavga çıktı.

Mesele, bildiğin kız meselesi kavgası.

Vay sen benim kıza baktın, yok neden baktın v.s.

Kaldık arada.

Kapılar tutuldu.

Polis geldi.

Aldılar hepimizi karakola. Haydiiii…

Fişliyiz ya.

Beni ve 2, 3 çocuğu alıkoydular.

Kıdemim gitgide artıyordu.

Bir kaç gün sonra, Sirkeci Öğrenci Yurdu'na dönüşüm daha muhteşem oldu.

Hani; var olsa, 4 kişilik odadan kral dairesine terfi edeceğim.

 

HIDRELLEZ DAYAĞI

 

Yaz ayı, staj ayı.

Tebdili mekanda, ferahlık var.

Ablamlar, İzmir Aliağa’da çalışıyorlar.

Ben de Mayıs başı, staj için Karşıyaka Tersanesi’ne yazıldım.

 

Hıdrellez vakti.

İzmir’de bir başkadır Hıdrellez.

Eğlencesi, Rituelleri ile yaşamaya değer.

 

3 erkek, bir kız arkadaş eğlenceye dalıp,

kız arkadaşın Kadifekale'deki öğrenci yurdu giriş saatini atladık.

Oralarda bırakmak olmaz.

Sokağa çıkma yasağı da var.

Girdik Karşıyaka’da kapalı bir birahanenin bahçesine: 

Banklarda karşılıklı oturuyoruz sessiz sessiz.

Sabaha karşı bir hışırtı duyup kafamı kaldırdım.

Karşımda Bekçiler.

 

O zaman geceleri, sokaklarda bekçiler var.

Silahları doğrulttular.

Kalkın!

Siz n’apıyordunuz lan burada? Bööle bööle. 

 

Anlattık.

Hele gelin bakalım bizimle.

Aldılar bizi boş bir araziye.

Kızı ayrı bir köşeye, bizi ayrı bir köşeye. 

İnandılar anarşist olmadığımıza ama; elde cop soruyorlar;

Hanginiz ulan bu kızın sevgilisi?

Hanginiz lan..!

Açın ellerinizi. KÜÜÜT. Bacaklara KÜÜT.

Sabaha kadar.

En çok da bana.

Kız neden benim karşımda oturuyormuş da, benim tipim onun sevgilisi gibi görünüyormuş da.

Onunla yatıyor-kalkıyor muymuşum?

Kız bakire miymiş?

Konuşşş. KÜÜT..

Gün doğarken, bizi serbest bıraktılar. 

 

Olay sabahı, polisler bizi bırakır bırakmaz;

babası Cumhuriyet Savcısı olan Karşıyaka'lı bir arkadaşımızın evine gidip, durumu anlattık.

Babasının “bundan bişi çıkmaz” demesi; içimi, yediğim dayaktan daha çok acıttı.

Hala, avuçlarımda ve bacaklarımda cop patlağı izleri durur.

 

Dönem başı, yine Sirkeci Öğrenci Yurdu'na döndüm.

Avuç ve bacaklarımdaki izler, apoletlerde bir yıldız daha eklemişti sanki.

Bacaklarımdaki izler gözüksün diye, sabah akşam yurtta şort giyiyorum.

Eller zaten meydanda.

Gözlerden okuyorum.

Ulan helal olsun adama. Ne yaptıysa artık?.

Baksana gördüğü işkenceye. Yine de dimdik ayakta.

 

İTÜ MAÇKA KAMPUSU ABDi iPEKÇi YURDU

 

O sene dönem sonunda, İTÜ’nün kendi yurdu açıldı.

Abdi İpekçi Öğrenci Yurdu. Maçka’da.

Nişantaşı’na iki adım.

Buralar tam benlik.

Cafeler, Barlar, Butikler, Şık hatunlar…

Yazıldık hemen.

Odalar 4’er kişilik.

Hem sınıf arkadaşlarımdan çok kişi var burada.

Bin kişilik bir yurt.

İki günün biri “etüd” var ama; yurt o kadar kalabalık ki.

Bize “eğitim!” anlatılırken, çaktırmadan arka tarafta pişti oynayabiliyoruz.

Ancak; yurt, her gece karşıt görüşlüler tarafından kurşunlanıyor.

Hatta; bizim yurttan bir çok vurulan, hatta ölenler oldu.

 

Örneğin; yan odada kalan ve hiç de bu işlerle alakalı olmayan Suriye’li bir çocuk,

yurda gelirken; hemen yan sokakta kurşunlanarak öldürüldü.

 

Bir akşam odadayız ağabeylerden biri girdi odaya. “Nöbet sırası sizde” dedi.

Olası “düşman!” saldırısına karşı gerekli birimleri uyarmak için

kimimiz çatıda, kimimiz dışarıda nöbet tutacakmışız.

 

Ancak; benim ne kadar “kıdemli” bir adam olduğumu bilmiyorlar bu yurtta.

Yoksa bana böyle “ufak tefek” işler yaptırırlar mıydı?

 

Çatışmalar yurt çevresinde artınca,

sonunda açılalı senesi dolmadan yurdumuz tadilata, okulumuz boykota girdi.

Bir sonraki sene (1980), Topkapı Atatürk Öğrenci Yurdu’na geçtik.

 

TOPKAPI ATATÜRK ÖĞRENCi YURDU

 

Burada, özel bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim.

Yurt, 3 bin kişilik.

İç tarafta bulunan tuvaletlerin lambaları yok. 

Odadaki lambalar patladıkça, öğrenciler tarafından oradaki lambalar çalınıyor.

Bu nedenle; tuvaletler zifiri karanlık.

Hepsi de alaturka tuvalet zaten.

Bu durumda hacet ederken hizayı tutturup tutturamadığınızı,

ancak sesten anlayabiliyorsunuz.

Pisuvarları dipte, daha karanlık bölgede kaldığı için kimse kullanmıyor.

 

Neyse; Biz birkaç arkadaş,

dışarıdan gelen ışıklar yardımı ile girişteki lavabolarda çamaşır yıkıyoruz.

Filistinli arkadaşım Mehdi büyük hacetini gidermek üzere; en baştaki tuvalet kabinine girdi.

Biraz ışık gelsin diye de, kapıyı açık bıraktı. 

 

Ancak; o sırada, ufak hacetini gidermek amacıyla hızla içeri giren bir delikanlı;

bizim, hooop durrr dememize fırsat bırakmadan, içeri daldı.

Direkt ilk kabine yani; Mehdi’nin kabinine.

Genç, tuvaletten gelen garip glup, hıck sesleri üzerine aynı hızla dışarı kaçtı…

Offf.

Zor Mehdi’nin durumu.

Karanlıktasın.

Vaziyet malum.

Tam karşında üzerine fermuarını indirerek koşan bir siluet ve akabinde…

 

Nutku tutuldu adamın.

Sırılsıklam, pantolonunu yukarı çeke çeke yarım Türkçesiyle ne olduğunu soran Mehdi’ye,

biz cevap veremedik.

Kim bilir ne düşündü bizim hakkımızda.

"Ben okumaya gitmiştim ancak onlar benim ... …" mı dedi bilinmez.

 

Sonuçta; küstü bizlere Mehdi.

Ve belki de bu sebepten okulu bıraktı, memleketine döndü.

Aradan birkaç gün geçti.

Yine Topkapı Atatürk Öğrenci Yurdu'ndayız.

Sabaha karşı büyük bir gürültü ile uyandık. 

Günlerden 12 Eylül.

Yurdun içi jandarma doldu.

Bizler bahçeye dizildik teker teker.

Akşama kadar sürdü aramalar, tutuklamalar.

Allahım. “şükür bu kez nasıl olduysa tombala bana vurmadı” dedim…

dedim ama;

aynı akşam yabancı bir arkadaşa derslerinde yardımcı olmak amacı ile kütüphanedeyim.

Kütüphaneyi Jandarma bastı.

Bir Pankart asılmış kapısına.

Sorumlusu biz çıktık.

Kör tuttuğunu götürdü ve yine içerideyiz.

Bu sefer öyle haftalık da değil, aylık zorunlu ikametteyiz.

Mahkemeye çıktık.

Anlattık hakime;

“Sayın Hakim, pankartı biz assak ne işimiz var orada?

Ben assam, sonra da kütüphaneye girip ders mi çalışırım?”

 

İşte, sol işaret ve sol baş parmağımdaki,

“kapı pervazı sıkışması!” sonucu düşmüş tırnak izleri, bu döneme ait kalıcı hatıralardır.

Kıdeme bak!.

 

KOZYATAĞI GÜNLERi

 

Bir daha öğrenci yurdunda kalmak mı?

Tövbe.

Sağolsun; okul arkadaşım Hayrettin Belli

(babası Mihri Belli ve babamın dava arkadaşı)

Kozyatağı'nda kendi oturduğu apartmanın yan dairesini, kiralayabileceğimizi söyledi.

 

Toplandık üç-beş arkadaş. kiraladık komşu evi.

Mihri Belli amcamız; o sıralar, İsveç’te sürgünde.

Ancak; eşi Sevim Abla gerçek annemiz gibi bakıyor bizlere.

 

Kapıda 24 saat “devriye”ler, kapı, pencere, telefon dinlemeler, dürbünle gözetlemeler.

Oysa; içerisi, gırgır kıyamet.

Biz, siyasetin “S” sini konuşmuyoruz.

 

Öğrencilik hayatımın en enteresan, en gırgır günleri bu evde geçti.

Detaylar, Kozyatağı anıları yazımda.

Son sözüm; Allah bir daha bizlere bu ülkede darbe yaşatmasın...

 

 

 

Cem Polatoğlu

0212 2123030
www.andiamo.com.tr







Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER GÜNDEM Haberleri

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HABER ARA