Tweet |
Venedik Bienali’ne gittim mi?
Gittim.
Peki; bu benim, aynı bienali izlemiş başka bir eleştirmen, sanatçı veya sanatsever ile
benzer algı ve yorumlara erişmemi mümkün kılıyor mu?
Tartışılır...
Öncelikle; en sade dille, “lojistik” sorunları aşmak zor.
Diyelim; beş günlüğüne Venedik’e geldiniz ve hasbelkader bir otele yerleşebildiniz.
Bienalin sadece iki ana sergi alanını,
yani; Arsenale veya Giardini’yi layıkıyla gezmek isterseniz,
en az, üç veya dört günü gözden çıkarmanız lazım.
Hele ki; sergideki videoların çoğunu sonuna kadar izlemek istediğiniz taktirde,
bu süreyi; en az, beş güne çıkarabilirsiniz.
Ayrıca, bienalin resmi sergisi “Stranieri Ovunque - Foreigners Everywhere” ve
92 ülkenin pavyonunun dışında, kentin her yerine yayılmış; sayısız sergi var.
Üstelik bazıları;
insanda adeta, “göremezsem ölürüm” duygusu yaratan
Willem de Kooning veya Helmut Newton gibi sanat yıldızlarının sergileri!
Bu iki sergi ve daha birçoğu,
bienalin resmi programı (Collateral Events), kapsamında da değillerdi.
Özetle; bienal döneminde, adeta; sanat bombardımanı altındaki Venedik’in
tüm sergilerini hakkıyla gezmek için, belki; abartısız üç haftayı gözden çıkarmak lazım.
Çiseleyen yağmur, kaçındığınız kuyruklar, leziz yemekler;
sizi; bir tesadüfler zincirinde, başka nerelere çekerse de mecburen ilerliyorsunuz.
Bienalin, bu yılki diline özellikle; dikkat çekmemiz gerekiyor.
Bienalin ilk Latin Amerikalı küratörü olan Adriano Pedrosa sayesinde;
Venedik, adeta; Batı’nın “borç ödeme” ringi olmuş.
2011’deki İstanbul Bienali’nin de
-Jens Hoffmann’la birlikte- küratörlüğü yürüten Pedrosa,
Batı’da değil; São Paulo’da yaşıyor ve her tür dışlanmışlığı ana gündeme taşıyor.
Irkçılık, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı, homofobi,
coğrafi ve kültürel barikatlara karşı vitrinden mahrum bırakılmış yerel sanatçılar,
diasporik profiller, queer sanatı, ana akımın gölgelediği outsider art,
engellenmiş/göz ardı edilmiş/kıymeti bilinmemiş isimleri ve eserlerini ağırlamayı seçiyor.
Bu sergide Pedrosa “yabancılar her yerde” diyerek;
dünyanın adeta her noktasından, mesela;
Kanada’dan, Nikaragua’dan, Çin’den, Pakistan’dan, Peru’dan, Filipinler’den,
Kore’den, Malezya’dan, Sri Lanka’dan, Sudan’dan, Uruguay’dan,
Vietnam’dan, Fas’tan, Filistin’den, Zimbabve’den,
ezcümle; her kıtadan ve neredeyse her ülkeden, 233 sanatçıya yer veriyor.
Serginin kucaklayıcı yapısını ve sanatçı seçiminin
tam bir dünya karması niteliğinde olduğunu görünce,
doğal olarak; aklıma, tam 40 yıl önce
San Francisco Modern Sanat Müzesi’nde dağıttığım
“Modern Sanat Tarihi Batı’nın Bir Oldu Bittisidir” manifestosu ve
yine tam 30 yıl önce yayınlanan
“Maymunların Resim Yapma Hakkı” kitabım geldi.
Aradan 1-2 kuşak geçmiş;
bu konunun savaşını vermek, nihayet; ortama bir şeyler kazandırmış.
Batı artık, -bazıları çok üzülse de- en azından bu bienalle;
dünyada çok farklı diyarlar olduğunu anlamış ve kabul etmiş…
Pedrosa’nın kriterlerinden biri de;
yer verdiği sanatçıların büyük çoğunluğunun, daha önce Venedik’e katılmamış olmaları!
Sergi; “NucleoContemporaneo” ve “Nucleo Storico” başlıkları altında,
iki bölüme ayrılmış.
Göç, siyasi mültecilik, sürgünde veya bir diaspora altında yaşamak,
neoliberal küreselleşmenin ardından;
sömürgeci modernizm ve geleneksel toplumlar üzerinde modernizmin yarattığı
bir nevi, “apokaliptik yıkıcılık” gibi olguların etrafında şekilleniyor.
Arsenale’deki Türkiye Pavyonu’nda,
Gülsün Karamustafa’nın yanı sıra;
ana sergide yer alan Güneş Terkol, Fahrelnissa Zeid,
kariyeri üzerinden yaşam boyu onur ödülünü alan, Nil Yalter ve
o ilk yazımda sergide göremediğim için kendisinden bahsedemediğim
“canım Semiha’cım”, Semiha Berksoy vardı.
Bienal kataloğunda Yalter’den bahsedilirken,
kullanılan “Fransız feminist sanatının öncüsü” ifadesi, beni oldukça üzdü.
Ancak; kendisiyle çok içerikli, harika bir röportaja da yer verilmesi,
bir o kadar sevindiriciydi.
Bienalde; Yalter’in, Nazım Hikmet’in
“Şu gurbetlik zor zanaat” dizelerinden esinlenen enstalasyonu
Giardini’deki ana girişte sergilenerek, büyük beğeni topladı.
Ödülünü barışa adayarak, ayrıca; gönülleri fetheden Yalter,
yıllardır hak ettiği bir büyük ilgiyi, bu kez; Venedik’te bulmuş oldu.
Bienalin, bu “çok renkli ve büyük dünya ile tanışma/tanıştırma” çabasına
doğrudan katkı veren, birçok başka eser ve sergi de vardı,
diğer; ülke pavyonları arasında.
Adeta; kadın haklarına karşı borcunu ödeyen
“Kayıp Giden Kumlar: Mücadele Şarkısı“ başlıklı çarpıcı düzenlemesiyle,
Manal Al Dowayan’ın işlerini gördüğümüz; Suudi Arabistan Pavyonu,
Cherokee köklere sahip queer sanatçı Jeffrey Gibson’ı sergileyerek;
aynı şekilde, adeta; Kızılderililere ve azınlıklara borcunu teslim eden Amerikan Pavyonu,
onlarca yıl kolonize ettikleri Afrika kültürlerine karşı günah çıkaran Hollanda Pavyonu,
başka sanatçıların da desteğini alarak;
çok düşündürücü bir düzenlemeyle, ülkeye 1954’te gelen ve
oradaki hayvanat bahçesinde hayatını kaybeden
ilk zürafanın hikayesini konu eden ve hayvan sömürüsüne karşı
suçlarımızı ve borçlarımızı afişe eden
Eva Kotatkova’nın işleriyle, Çek Cumhuriyeti Pavyonu,
rahatlıkla bunlar arasında, en dikkat çekenlerdi.
Öte yandan;
İsviçre Pavyonu’ndaki müthiş video gösterisi ile
Brezilya asıllı sanatçısı Guerreiro do Divino Amor, Macar Pavyonu ve
“Techno Zen” başlıklı sergisi ile multimedya enstalasyonları gerçekleştiren ve
kendisi adına gurur duyduğum meslektaşım Márton Nemes,
Japonya Pavyonu’nda en sade ve yaratıcı nesnelerle
harika bir ses ve aksiyon senfonisi yaratan Yuko Mohri,
Arnavutluk Pavyonu’nda çok çarpıcı ve öznel renklerle,
izlenimcilik içinden gizemli bir erotizm çıkaran Iva Lulashi,
kendisini apayrı bir ülke gibi gören Venedik Pavyonu’ndaki değerli başka isimler arasında
nefis dev boyutlu renkli desenleri ile Safet Zec,
Lüksemburg Pavyonu’nda Andrea Mancini & Every Island’ın gerçekleştirdiği ve
ekibin performans dansçıları arasında
Ankaralı Selin Davasse’nin de bulunduğu etkinlik; beni en çok etkileyenlerdendi.
Bende; belki bu düzeyde bir heyecan yaratmasalar da,
Romanya Pavyonu’nda uzun bir duvarı, altlı üstlü resimlerle kullanan Şerban Savu,
Kanada Pavyonu’ndaki ilginç düzenlemesiyle Kapwani Kiwanga
kaliteli çalışmalarıyla dikkat çektiler.
Ukrayna ve Polonya stantlarında;
saldırgan Rus şiddetinin yansımalarıyla ilgili siyasi göndermeli yerleştirmeler vardı.
Ukraynalı sanatçılar Andriy Rachinskiy ve Daniil Revkovski
“Siviller” başlıklı videoda; halktan ve açık kaynaklardan gelen
Rus saldırılarının izdüşümleriyle, sanatseverleri yüzleştiriyorlar.
Polonyalı Open Group’un, sanatseverlerin de dahil olabildiği
“Söylediklerimi tekrar edin” adlı interaktif-kolektif enstalasyonu sayesinde;
katılımcılar, kendilerini; dev ekranlarda adeta savaşın ortasında,
bombalanan şehirlerde buluyorlardı.
Bu arada; İsrail Pavyonu’nun
ateşkes sağlanana ve rehineler serbest bırakılana kadar;
kapalı kalacağı belirtiyordu.
Biz, eşim Sibel ile zaten Rus ve İsrail Pavyonlarına hiç gitmeyecektik ve
önlerinden geçmekle yetindik.
Mısır Pavyonu’nda Wael Shawky’nin büyük ses getiren
“Drama 1882” başlıklı 45 dakikalık videosu,
bir tiyatro piyesinin; bienal izleyicileri önünde tekrarlanması gibiydi.
Pavyonun önünde; hem kuyruğa girdim, hem de sizler için
45 dakikalık videonun tamamını kaydettim,
Instagram hesabımda bulabilirsiniz.
Osmanlı’nın son dönemini de içeren;
Mısır’ın bağımsızlık arayışı, eserin ana konusuydu.
Almanya Pavyonu’ndaki “Theresholds” videosu,
tam bir orman ayini havasında!
Küratörü Türk mimar ve Staatliche Kunsthalle Baden-Baden Direktörü Çağla İlk.
Çok Etkileyici…
Üç ayrı senaryo olarak izleyebildiğimiz videolar var.
Göçe sürüklenmiş ve ihmal edilmiş insanların
bir şekilde arafta yaşıyor olmaları ile ilgili ütopya ve distopyaları,
en büyülü şekilde gündeme taşıyor.
Willem de Kooning’in, 1959 ve 1969’da
Roma’da geçirdiği sürecin de hikayesini merkezine koyan sergi,
oldukça doyurucu.
Şayet, Venedik’e yolunuz düşerse;
Gallerie Dell’Accademia’daki bu müthiş organizasyonu, sakın kaçırmayın.
(Jackson Pollock’un son metresi Ruth Kligman,
sanatçının trafik kazasındaki ölümünden sonra,
tesadüfe bakın ki; de Kooning’in sevgilisi oldu ve
sanatçının, İtalya serüveninin ilk ayağına katıldı.)
Ünlü Güney Afrikalı sanatçı William Kentridge,
pandemideki kapanma sürecinde hazırladığı desenler ve videolarla
çok ilgi çekici bir sergi hazırlamıştı:
“Self-Portrait as a Coffee Pot - Bir Kahve Cezvesi Olarak Otoportre”.
Müzik, dans, desenler ve videolarla gelişen ve de
atölye ortamını sergi salonunda yeniden yaratmış,
çok ilgi gören bölümlerden biriydi.
Bakın; bütün bu saydıklarım,
bir şekilde gözlerime ve belleğime takılanlar.
Eminim; Venedik’te beni çok daha fazla etkileyebilecek sergiler de
-muhakkak- vardı, ama; kısıtlı zamanda hepsini gezmek, mümkün değildi.
Belki gezdiğim sergiler arasından da en çok aklımda kalanlar, bu pavyonlardı.
Ama daha önemlisi, sonuçta, bienal;
çarpıcı enstalasyonlarıyla, videolarıyla, resimleriyle gürül gürül akıyordu…
Birbirinden çok farklı; pavyonlarla, sahnelerle, sergilerle, buluşmalarla…
Bizim ülkemizin bienallerle ilgilenen resmi/kurumsal çizgisinde ise;
renge, heyecana, izleyicilerin belleğinde büyük iz bırakacak veya
onları işin içine çekecek sahnelere, pek yer yok.
Tual resmine ise; hiç yer yok.
Adeta; büyük bir yasak söz konusu.
Bunu aslında, şimdilik “geçerken” söylüyorum.
Zira; bu, tabii ki başka bir makalenin ve uzun bir tartışmanın konusu…
(Şayet henüz fırsatınız olmadıysa;
25 Nisan 2024’te Cumhuriyet’te yayınlanan
“Venedik Bienali: Nil Yalter, Marco Polo, Gülsün, 9 Başlı Ejderha vs…”
başlıklı makalemi de okumanızı öneriyorum.)
Bedri Baykam
bedribaykam1923@gmail.com