Ekonomiden toparlanma sinyalleri gelirken dış borçlar risk oluşturmaya devam ediyor.
Önceki yazıda değindiğimiz üzere, büyüme verisi ekonomide toparlanmanın başladığına işaret etmesi açısından olumlu karşılandı ancak bazı kırılganlıklar devam ediyor. Bu kırılganlıklar başlıca; zayıf talep, düşük yatırım iştahı, Avrupa’daki yavaşlamanın ihracatımıza olası etkileri olarak sıralanabilir. Ancak tüm bunların da ötesinde dış borçlar da çözülmesi gereken bir sorun olarak duruyor.
Türkiye büyümesini, yurt içi tasarrufların yetersizliği nedeniyle yurt dışından çektiği fonlar ile finanse etti. Son rakamlara göre 2019 yılının ikinci çeyreğinde dış borç stokunun milli gelire oranı yüzde 62’ye yaklaşmış durumda. Toplam dış borç stoku olan 447 milyar doların yüzde 17’si kısa vadeli borçlardan oluşuyor. Bu rakam içinde kamunun dış borcunun payı %19 iken, özel sektörün payı yüzde 75,6 seviyesinde bulunuyor (milli gelirin yüzde 12,8’i). Bunda da aslan payı finansal olmayan kuruluşlara ait. Bankacılık dışı özel sektör olarak nitelendirebileceğimiz kesimin kısa vadeli dış borç stoku içindeki payı yüzde 47 seviyesinde bulunuyor (milli gelirin yüzde 8’i). Ekonomideki temel kırılganlığı ve kura hassasiyeti yaratan kısmın burası olduğunu söyleyebiliriz.
Merkez Bankası tarafından açıklanan ve Türkiye’nin yurt dışından alacakları ve yurt dışına borçlarının net farkını gösteren Net Uluslararası Yatırım Pozisyonu’na göre ise Türkiye’nin net uluslararası yatırım pozisyonu 2017’de -463,9 milyar dolar iken 2018’de -373,6 milyar dolar oldu. 2019 yılının Temmuz ayında ise -351,5 milyar dolara geriledi. Bu rakam, milli gelirin neredeyse yarısına denk geliyor. Doğrudan yatırımların coğrafi kırılımlarına bakıldığında ise Avrupa’nın sürekli olarak en temel yatırımcı olduğunu görüyoruz. 2010 yılında doğrudan yatırımların yüzde 78’i Avrupa’dan gelirken 2018’de bu oran yüzde 77 oldu. ABD’nin payı aynı dönemde yüzde 9’dan yüzde 3,3’e gerilerken Asya’nın payı yüzde 11’den yüzde 18,5’e çıktı. Bu eğilim, Türkiye’ye gelen yatırımların artık daha çeşitli ülkelerden geldiğini göstermesi açısından önem taşıyor.
Ancak dış ticaret açısından bakıldığında, her ne kadar Türk ihracatçıları kriz dönemlerinde hem üretim hem pazar çeşitliliğini sağlama kabiliyetine sahip olsalar da, başlıca ihracat pazarımız Avrupa Birliği olmaya devam ediyor. 2010 yılında ihracatımızın yüzde 46’sı AB-28 bölgesine yapılırken, 2018 yılında bu oran yüzde 50’ye yükseldi. 2019 yılının ilk sekiz ayında ise toplam ihracatımızın yüzde 49’unu AB-28 bölgesine yaptık. Bu dönemde Yakın ve Orta Doğu’ya olan ihracatımız toplam ihracatımızın yüzde 17-18’si civarında, diğer Asya bölgesine yaptığımız ihracatımız da yaklaşık yüzde 7-8’si kalmaya devam etti.
Bu açıdan değerlendirildiğinde AB piyasasına ihracat bağımlılığından söz edilebilir. AB ülkelerine ihracat yapmanın, coğrafi yakınlık, ödemelerin daha güvenilir olması, tahsilat kolaylığı, ticaret teamüllerinin bilinmesi gibi açılardan faydası olsa da, herhangi bir dalgalanma döneminde, ihracat pazarlarının çeşitlendirilmiş olması, risklerin üstesinden daha rahat gelinebilmesini sağlıyor.
Türkiye’nin dış ticaret pazarlarındaki çeşitlendirmenin yanı sıra bir diğer sorunu da ihracatın ülkenin refah seviyesinin artmasına verdiği desteğin sınırlı kalması olarak ifade edilebilir. 2019 yılının ilk sekiz ayında toplam ihracatımız yıllık yüzde 2,6 artarken ithalatımız yüzde 16,4 geriledi. Ancak aynı dönemde, ihracat birim değer endeksimiz ihracat için yıllık yüzde 5,3, ithalat için de yüzde 3,2 geriledi.
Yani ithalatımız düşerken ithal ettiğimiz ürünlerin de fiyatlarında gerileme görüldü ancak ihracatımızın artmasına karşı ihracatımızın birim değer endeksi geriledi. İhraç ürünlerimizin katma değerinin ve teknolojik içeriğinin artması, en stratejik sektörler arasında yer alan gıda ve tarım sektörlerimizin öne çıktığı politikalar izlenmesi, ihracattan elde ettiğimiz kazancın artmasına ve refah seviyemizin yükselmesine yardımcı olacaktır. Bu sayede kilogram başına elde ettiğimiz ihracat kazancımız olan 1,14 doların da yükseldiğini görebiliriz.